top of page

Şakir Özüdoğru, Söyleşi

- İlk kitabın 'Garipsemeler'den sonra ikinci kitabın olan 'Arzu Kuaförü' ile karşımızdasın: şairin ilk kitabı her zaman kendisi için bir tehdit oluşturur: derler. İkinci kitabın 'Arzu Kuaförü'ndeki şiirler ilk kitabın olan 'Garipsemeler'deki şiirlerden dil/parodi/anlam bakımından farklılıklar taşıyor. Bu bir gelişim/olgunluk mu yoksa şairin arayışıyla ortaya çıkan azralığın bir yansıması mı?


“Arzu Kuaförü” olgun olamayacak kadar heyecanlı, hayalperest ve kırılgan ama bunun yanında umursamaz da; fazlaca neşeli diyebiliriz. “Garipsemeler”de yer alan şiirlerin çoğunun yazıldığı dönem liseye devam ettiğim zamandı ve aile ile, eğitim ile, anaakım medya ile yaşanan çarpışmaların ve marazi sosyalleşmeler ve yabanıllıkların içine çekilmenin/itilmenin çaresizliğinin ilksel şoklarının devam ettiği genç bir adam olacak kişinin dünyayı anlamaya çalışma gayreti içindeki bünyesinden çıktı hepsi. Devletin ideolojik aygıtlarının farkına varan bir ergenin bunun içinde kıvranıp dururken aldığı sosyal/mental ve entelektüel darbelerin izdüşümleridir bir yandan da oradaki şiirler. Haliyle, sesinin tonu henüz ne olduğunu anlayamadığı belki de hiçbir zaman anlamayacağı bir şeylere direnirken, kendi içindeki ordulara savaşa hazırlık konuşması çeken bir komutan gibi, ama elbette bunun dışarıda bir karşılığı yok; yani yanlış anlaşılmasın o zaman yoktu ve şimdi oluyor gibi bir şey değil, şimdi de yok. O zamanlarda şiirde büyük laf etmenin elzem bir mesele olduğunu düşünüyordum herhalde. Haliyle, siz büyük laf ettikçe aldığınız darbenin izdüşümünü de bağırarak resmetmeye çalışıyorsunuz. Bu yanıyla, “Garipsemeler” ironik hatta tersinden işleyen bir ironi diyebiliriz buna. Olay şöyle gelişir: İçinde sadece iki ay öncesinin filmlerinin geldiği bir sinema; popüler romanlar ve kişisel gelişim kitapları satan tek bir kitapçı bulunan bir ilçede şiire heves etmiş bir genç vardır. Bu genç ontolojik olarak zulme mahkum olduğu fikri ile her gün okula sürüklenir ve baskı mekanizmalarından kaçmanın tek yolu olarak dili görür ama dile gömüldükçe çevresinin nesnelerini, karakterlerini kendini içinde bulduğu durumları, ister istemez karıştığı olayları karabasanlı bir komediye dahil edip durur. Bunu yaparken etrafındaki her şey tam da durduğu gibi durmaktadır ve kapandığı odasında en çok üstünde çalıştığı şey aslında kendi mental iğfaline nasıl yol açacağıdır. Tabi her şey bu sıkıcı, kasabada geçen bir gençlik filmi sinopsisi gibi değil; ama şimdilik öyle olduğunu kabul edelim. Bu yapılan parodik miydi, bilemem; sanırım pek değil, çünkü o zamanlar dünyayı bir parodi olarak bir sayfaya yeniden yerleştirecek kadar tanımıyordum, -ha, şimdi tanıyor muyum, muhtemelen hayır ama biraz olsun tanıdığıma dair kendimi kandırıyorum- “Arzu Kuaförü”nün ilk halini, elbette ondan sonra epey değişti, evrim demeyelim de mutasyon geçirdi ama, Yaşan Nabi Nayır Şiir Ödülü’ne gönderdiğimde dosyanın ismi “Mavi Gün”dü ve alt başlığı “düzensiz hayatımı sevdim neşelendim” idi. Buradan çıkışım biraz da neşeyi keşfetmemle oldu. Spinoza’nın dediği gibi, özgür insanın bilgisi ölüm üzerine değil, hayat üzerine bir tefekkürdür. Sanırım burada ironiden parodiye geçiş başlıyor. Çünkü ironi sizde bunu yaratan olarak ya da okurda bunu içselleştirecek olan olarak ya da hem yaratan hem içselleştirende bir burkulma yaratır; amacı zaten var olan bir bu burkulmayı daha güçlü kılmaktır ya da henüz burkulmaya dönüşmemiş kasılmaları birleştirmek ama parodi, hele ki kesitler halindeyse, geçip gidebilir; onunla eğlenebilirsiniz, onu ciddiye alabilirsiniz, onu yok sayabilirsiniz, sizi tanrısal sözün ulviliğinden kurtarır ve olmayan bir orduya söylev çeken şizoid komutan edasının bir gıdım da olsa dışına taşır ve bu duruma gülümsemenizi sağlar; bu gülümseme ha dalga geçmek içindir ha bir anlayış göstergesidir ha bir ortaklığı imler, fark etmez. Neyse, bu kadar lafı dolandırdıktan sonra şöyle diyeyim; “Garipsemeler”de aslında düzenliliğinden durmadan şikayet ettiğim hayatımı düzensizleştirmeye çalışıyordum; bir süre bunu yaptım da ama ne zamanki tekrar bir düzen içinde girdim ve bundan neşelenmeye başladım; o zaman olmaya başlayan şey “Arzu Kuaförü”ydü, bütün kötücüllüğüne karşın yalan bir zaferin kutlaması. Sahi, savaş gerçekten yaşanmış mıydı?

- 'Arzu Kuaförü' ne anlama geliyor? Kitabın adını miçin 'Arzu Kuaförü' koydun?

Komutan metaforu ile devam edelim. İdealler büyük motivasyonlarla kitleleri harekete geçirebiliyor ve insan akışa kapıldığında olup biteni hep sonucu düşünerek kuruyor. Yaşanan kendi çevrimini doldurduğunda aynı çevrim tekrar edecekse bile başka bir şeye dönüşüyor. Bu hep vurgulandı ama bir kere de ben vurgulayayım, biz garip bir çağda yaşıyoruz; artık insana dair değerlerin insan üretimi nesnelere yüklendiği ve onlardan bize değer vermelerini, değerimize değer katmalarını beklediğimiz bir çağ. Her şeyi saydam sandığımız bir zamanda tam da saydamlık yanılsaması içinde yaşıyoruz. Herkesin benzerliklerini farklılıklar üstünden kurarken bir yandan da farklılıklarımızı aynılaştırıyoruz. Bunu en iyi yapan sektör de bildiğiniz gibi reklam ve tanıtım sektörü, ha bir de benim içinde akademik bilgi üretmeye çalıştığım moda sektörü; tabi biz de kendi kendimizin bir promosyonu olarak sokakta, ofiste, arkadaşlar arasında, aile sohbetlerinde takılırken kendi kendinin reklamına dönüşmüş olan bizlerden, yani sembolik nesnelerle, gelip geçici fikirlerle, anlık duygularla donattığımız kendimizden geriye kalan nedir diye baktığımızda, burada benim gördüğüm büyük bir taşkın istenciyle doldurulmuş ama ana ve tali yolları önceden çizilmiş bir arzu nehri; tahribatı çok önceden hesap edilmiş hatta tahribatı yerine koyulacak olanlar da onunla beraber tasarlanmış bir arzu bombası. Kaçış çizgilerinin bile etrafına kendi sahasını çizmiş ve bunu her kaçış çizgisinde yeniden genişleten bir baskı ve yıldırma mekanizması, hem de bu mekanizma öyle güzel işliyor ki, çalışırken tatmin bile sağlayabiliyor. Böyle bir zamanın kurucu metaforu olarak düşünmüştüm “arzu kuaförü”nü, tasarlanmış arzuların istenç makineleri olarak bizler. Devrim için yola çıkılmış her ideali –ister toplumsal, ister kişisel- sermayenin eline teslim etmiş ve sermayenin sembolleri ile kendini donatmış bizler; yani Arzu Kuaförü, Adam Smith’in dediği o metafizik “piyasanın gizli eli”nin günümüzdeki hali. Düşünsenize bu kadar nesnemiz, piyasaya grime hazırlığımız, daha çok mülkiyet ve daha çok özgürlük çelişkisi içinde sizce dünyanın hangi istenciyiz, kendini neşeyle yok etme istenci mi acaba?

Bir de bu ismin nerden geldiğini anlatmakta fayda var galiba: Bir gün su kartına su yüklemek için belediyenin su yükleme bürosuna giderken, suyun nasıl kontör karşılığı bir kartla satıldığı sorusundan çıkan ve yukarıdaki spekülatif sorgulamaya varan bir düşünce silsilesi içinde, nerede olduğumu anlamak için etrafıma bakındığımda karşımda bir dükkan gördüm, tabelasında şöyle yazıyordu: “Arzu Kuaför”. Tam da öyleydi. (Evet, Eskişehir’de su, kontör karşılığı su kartıyla satılıyor.:)


- 'Arzu Kuaförü'nü okuduğumuzda şiirlerin birçoğuna parodinin hakim olduğunu görüyoruz. Kitapta süregelen dil gündeliğin her alanından yararlanıyor. Baudrillard, Sanat Komplosu'nda 'Sanat artık bütün olarak bayağılığın üst-dilinden ibarettir.' diyordu; Bunu poetik bakımdan/bugünün şiirine bakarak ele aldığımızda geçerliliğini sürdürdüğü kesin. 'Arzu Kuaförü' bu anlamda bugünün 'bayağı' şiir diline sırt çevirip kendi özgün dilini inşa etmiş bir kitap. Bu yüzden günümüz şiirine nasıl baktığını merak ettik: soralım dedik?

“Arzu Kuaförü” hakkındaki bu güzel yorumun için teşekkür ederim öncelikle. Burada Adorno ve Benjamin’in sanat konusunda anlaşamadığı o tarihi çizgiye geri dönmek faydalı olabilir. Kabaca tarif edecek olursak, Adorno yüksek sanatın sanatçıyı özerk kıldığı üretim alanını savunurken, Benjamin sanat yapıtının yeniden üretilebilir ve kitlelerin hizmetinde olmasını savunur. Günümüzde işin bu kısmı kitlelerin lehine sonuçlandı ve enine sonunda yüksek sanat dediğimiz şeyin içine popüler olan da dahil edildi. Gündelik olanın performans sanatçıları tarafından kullanılmayan yeri kalmadı; Baudrillard aslında bunu söylerken aradaki bu sınırın ortadan kalkmasına da nihilistik bir tavırla yaklaşıyor ve aslına bakarsanız sanat piyasasının tümünü reddediyor; eğer hâlâ çok kısıtlı sayıda sözcükle konuşan primitif topluluklar ve onların ritüelleri kaldıysa onları bunun dışında tutarak –hoş bu toplulukların ritüellerine tam anlamıyla dahil olmayacağımızdan, her şey biz bu seyrin içindeki etkin tüketiciler için birer performans olacaktır son tahlilde. Sanatçılar arasında yayılmasının üstünden birkaç sene geçmeden daha “Sanat Komplosu” da bir sanat manifestosuna dönüşmedi mi zaten, özellikle Amerikalı güncel sanatçılar arasında. Bu da yetmezmiş gibi Baudrillard da kalkıp kendi fotoğraflarını sergileyerek bu kervana katılmadı mı? Dürüst olmak gerekirse bana bu rekupere etme/edilme sürecinin kendisi ortaya çıkan eserden ya da bu eserlerin üretilme süreçlerinden daha dinamik bir süreç gibi geliyor; çünkü orada bütün itilme, çekilme, kapsama, dışlama, yüceltme ve aşağılama mekanizmalarının hangi araç ve yöntemlerle işlediğini gözlemleyebiliyorsunuz. Fonetiğin kendisi müthiş bir gerilimi içinde barındırırken, hele ki sembollerin hem sesi hem biçimi hem de anlamı içinde gizliyor olması zaten başlı başına bu gerilimi en yüksek noktaya çekerken; dilin hazır kalıpları, gramatik kullanım kolaylıkları, Saussure’ca söylersek büyük harfle yazılan Dil bu gerilimin hızla geçiştirilmesine, virtüel bir kalkışmanın imkanlarının yaratılmasının ertelenmesine hizmet ediyor bence. Burada “bayağı” dediğiniz şey aslında paketlenmiş varoluş parçacıklarının karşılığı ve komutan metaforumuza bir selam gönderirsek, ateşli bir söylevin bizi her an dikey bir duygu durumuna geçirebilme gücü belleğimizde uyarılmaya hazır çok fazla bu paketlerden barındırdığımız için mümkün. Ama bunlar çok fazla uyarıldıklarında ilk uyarımlarda ortaya çıkan yüksek etki gücüne sahip olmuyorlar, bunun için yeni olarak tariflenen gerçeklikler, bu gerçeklikler içinde kurgulanacak farklı bağlanma ve uyarılma biçimleri gerekiyor. Ben Lacan’ın iddia ettiği gündeki bir Baba’nın dünyasına sahip olduğumuzu düşünmüyorum; bunun birçok açıdan farklılaşmış olması gerekiyor; belki imgesel dünyalarımız başlangıçtaki insani dürtüler olarak anlaşıldığında çok benzer olabilir ama içine giriş yapılan simgesel dünya çok başka. Buradan bugünkü şiir ortamına bakacak olursak, bu “bayağı” dilin kaynağının içinde hareket ettiği simgesel dünyayı hep aynı varsayması olduğu söylenebilir. Açıkçası ben “Arzu Kuaförü”nde dile yönelik çok keskin deneylerin ve açılımların olduğunu düşünmüyorum, bunun yerine dünya tahayyülüne ve birey inşasına dair açılımların daha ön planda olduğunu söyleyebilirim ve bu doğal olarak dille gelen ön kabuller ve temayüller ile ilgili bir mücadeleyi beraberinde getiriyor; çünkü bir müphemlik çağında değillemelerle hareket etmeniz sizi bir zemine yerleştiriyor; ama bir yandan da yerleştiğiniz zemin o kadar kaygan ki aslında değillediğiniz şeyi olumladığınızı fark ediyorsunuz. Bize hep öğretile gelen şey olumlama ile şiir yazılamayacağı oldu sanki; oysa gündelik olanın olumlanması da neden pek ala bir şiir olmasın ki? Bunun illa ki bir yas duygusuyla, büyük bir ülkü fikri ile, evrensel bir duyarlıkla olması hatta insana dair olması bile gerekmiyor. Bilim kurgu filmlerine dikkat ederseniz, oradaki sembollerin hepsi dijital dünyanın izlerini taşır; orada ‘eski’ dünyaya ait olan herhangi bir şeye uzaylı muamelesi yaparsınız ama öte yandan en ilkel savaş aygıtları kullanılıyordur. Belki bunu –istemsizce- kıran en iyi tasarımlardan biri David Lynch’in Dune filmindeki uzay gemisinin kapitone deri kaplamalarıdır; bütün uzay gemisi müdür koltuğu gibi kaplanmıştır. Buradaki fark ironi ya da parodi kurmakla ilgili değil, Lynch’in gelecek tasavvuru ile ilgili kanımca. Neyse, günümüz şiiri mi? Şöyle söyleyeyim: “Kral öldü, yaşasın yeni kral” ya da “Kral çıplak” yerine, anne ve kardeş katili Pierre Riviere’nin hatıratında dile getirir gibi olduğu “Kral mı, o da kim?” anlayışı daha hoş değil mi?

- Kitabın son bölümü olan 'Oval Ofiste Uçan Daire Kalıntıları' daha çok deneysel (E. Altan'ın Avangartı) şiirlerden oluşuyor. Bu bölüm, önceki bölümlere nazaran lirik özneden daha uzak, dil arayışının hakim olduğu ve parodik şiirlerler içeren bir bölüm. Ki kitap 'Behzat Ç. Ve Uzaylılar: Sambrero'da Alelade Bir Yılbaşı Kutlaması' şiiriyle bitiyor. Bu şiir, aslında kitaptaki arayışın deposu gibi. Denenen - deneyimlenen, aranılan – bulunan, anlatılan – durumlanan her şey bu şiirde kendini gösteriyor. Bize 'Oval Ofiste Uçan Daire Kalıntıları' bölümünün yazılırken ne tür bir zihinsel işlev ile yaratıldığından ve o süreçten söz edebilir misin? Deneysel senin için ne anlam ifade ediyor?

Bir zamanlar ŞOK isimli asparagas haberlerin yayınlandığı bir program vardı, ATV'de idi sanırım, yapımcılığını ve sunuculuğunu sonradan ana haber bültenin sunuculuğunu yapacak olan ve aynı kanalda haber müdürlüğünü de yürüten Korcan Karar yapıyordu. Bilgisayarı ile evlenen adam, yumurtlayan kadın, mağarada yaşayan otuz santimetrelik Tarzan gibi haberlerdi sunulan haberler. Aynı zat-ı muhteremin hem bu programın yapımcılığını yapıyor hem ana haber bültenini hazırlıyor olması ironik olduğu kadar, gazeteciliğin simülatif ve manipülatif evrenine işaret ederken, insanların bu tip haberlerden neden haz aldığını ve habercilik dizgeleri içinde ana akım medyada söz sahibi olanların bu haberlerden neden itina ile sakındığını, bunlara karşı eleştirel bir uzaklıktan bakarak “kaka” dediklerini iyi düşünmek gerekiyor. Aynı dönemde bir de acayip olayların, zombilerin, vampirlerin, akıl almaz türlü sapıklıklar yapan insanların, uzaylıların vb. konu edildiği bir gazete vardı, adını hatırlamıyorum şimdi. O dönem televizyonda ve gazetelerde patafizik olayların, dünya dışı yaratıkların gezegenimizi ziyaretlerinin, Atlantis’in, kadim insan ırklarının falan bolca konu edildiği bir zamandı, hatta Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gizli dünya dışı yaşam araştırmalarının raporlarının yayımlandığı bir derginin bile çıktığını hatırlıyorum birkaç sayı, ismi, evet çok manidar, X-Flies’dı ve içeriği Türkçe idi. Televizyonda hiçbir girdi olmadan enerji üretebilen “erge dönengeci” isimli, cismine dair kimsenin bir fikri olmadığı dünyayı değiştirecek icat hakkında tartışmalar dönüyordu. Behzat Ç. Ve Uzaylılar’ı konu edindin diye buradan bir giriş yapayım dedim. John Fiske bu tip haberler yapan ve yayan gazete ve televizyon programları için şöyle buyurmuş, buna katılmamak elde değil: "Bilimin başarısızlıklarından ya da yetersizliklerinden (bilimadamlarının beyin ameliyatı olan hastayı ateşler içinde bırakan lazer ışınını ya da uzaylı mumyayı açıklamaktaki yetersizliklerinden) alınan hazlar, dünyaya ilişkin başat, egemen açıklamaları çökme noktasında görüyor olmanın verdiği hazlardır. Bu hazlar özellikle bilimsel olsun ya da olmasın her tür egemen söyleme katılmaktan alıkonulduklarını hissedenler için geçerlidir. Sansasyonel olan, olağanın aşırı ölçüde başarısız oluşudur; normları kendi yeterlilik sınırlarına doğru itekler ve ardından bunları aşar, en uç noktaya taşır." Bu durum bana göre, Paul Virilio'nun aşırı bilim ya da tekno-bilim dediği şeye gayet halkçıl ve bununla birlikte zamanda atlamalar, boşluklar yaratan bir karşı çıkışı temsil ediyor. Yani, bilim kurgu filmleri meselesine geri dönecek olursak, nükleer enerji ve zihinsel akışların birleşimi ile çalışan dev bir ultra teknolojik robot yapıyorsunuz ama bu dev-ultra-teknolojiniz dünya dışı yaratıkların istilasına karşı savaşırken kılıç, gürz, mızrak vb. savaş aletleri kullanıyor; bunların tek farkı biraz daha parlak olmaalrı ve bazılarının oraya buraya ışın saçabiliyor olması (bkz. 2013 yapımı Pasifik Savaşı isimli film, hatta Ninja Kaplumbağalar’ın süper-teknolojik düşmanlara karşı savaşırken sopa, sai, nançaku ve katana kullanması; son olarak eklemek isterim ki, şimdi adını hatırlamadığım inşaat mühendisliği alanına dair üniveristede okutulan bir kitapta Ay’a beton dökme ile ilgili bir bölüm var, evet.). Burada, halkçıl savaş imgeleri ile aşırı bilimin sınır aşımlarının gelecekti uzlaşımsızlığını okumayı tercih ediyorum ben. Acayip haberlerimize geri dönersek, Fiske'nin popüler kültürden fazlaca devrimci bir misyon devşirmeye çalıştığını teslim ederek, bu tip yayınların gerçekten de entelektüel bir burnu havadalık ile halkın cahilliğine sıklıkla vurgu yapılarak açıklanmasından ziyade, dışlanmışlık, dahil edilmeme ve yaşamını bir biçimde belirleyen şeyler üstünde zerre kadar bilgi ve dolayısıyla söz sahibi olamamanın tezahürü olarak yorumlanması gerekiyor gibi geliyor bana bütün bunlar. Söz’ün aidiyeti yittiğinde insanlar bazen ırkçılığa, cinsiyetçiliğe, tür düşmanlığına kadar varabilen yeni yaşama alanları açmaya çalışıyor kendilerine ve makro ve mikro iktidar yapıları bu dilin içinde beden buluyor. Şiirle haşir neşir olmaya başladığımdan beri benim gözlemlediğim, şiirin cemaatsel imgeler, kurgular ve semboller etrafında kendine hegemonik bir güç alanı bulan söz’ün kaydını tutmaya soyundurulması. Söz bazen iktidarın dilsel yapılarını aşındırabilirken, bazen de bu iktidar alanını genişletmek ya da korunmak için muhafazakarlaşıyor. Deneysel olan burada bir aşındırma ve ifşa mekanizması olarak devreye giriyor bence. Gerek şiirin gerek şiirselin yaygınlaştırılması değil belki ama deneysel-avangard olanın hegemonik dilsel yapıları aşındırma potansiyeli olduğunu düşünüyorum. Ne zaman söz oyunları şiir alanında baş göstermeye başlasa, tarihi bir savunma hattı oluşturmaya girişen kendini kanıtlamış eleştirmenler güruhu –şiirin eşik-bekçileri diyelim- bunun en belirgin gösterenlerinden biri (bkz. Nazım Hikmet fütürizmi, Garip Şiir, İkinci Yeni, 1990’larda vuku bulan çevre şairleri fenomeni ve nihayet 2000’lerde ortaya çıkan avangard-deneysel eğilimeler –Erhan Altan’ın Sıfırlı Yıllarda Şiirimizde Deneyi/m kitabından izi sürülebilir- ve bu dönemlerdeki eleştirmenlerin yorumları). Deneyselin ya da avangard’ın bu potansiyelinin, iletişim teknolojilerindeki gelişmelerle birlikte şiirin kapalı cemaatini daha açık ve özgür bir yapıya dönüştürdüğünü/dönüştürebileceğime inandığımı söyleyebilirim. Öte yandan, gündelik dil ve davranış kalıplarımız içine yerleşen ve sorgusuz sualsiz kabul ettiğimiz ötekileştirici, mikro-ayrımcılık izlerini ifşa etmekte etkili bir araç deneysel olan, ya da kendiliğinden olan – deneyin bir deneysellik hakikati peşinde kurgulandığı değil de bir ifade sıkışması ve duygulanımsal ve zihinsel süreçlerimizdeki kaymalarla birlikte ortaya çıkan atiklik ve bönlükle zuhur eden deneyin. Çünkü, klişe belki ama dil bize yasa gibi içine girmemiz için çeşitli kalıplar oluşturur; biz insan türü hala kendimizi dünyanın merkezi olarak atfederken, ilginç ama, fiziksel olarak dünyanın evrenin merkezi olmadığına inanmış olsak da, zihinsel olarak bunu idrak edebilmiş değiliz (bkz. Orson Scott Card’ın romanından uyarlanan 2013 yapımı Uzay Oyunları). Yani, kuantumdan bahseden tekel bayii ya da evdeki tek çorapların kayıp eşlerinin küçük uzay boşlukları tarafından yutulduğuna inan Stephan Hawking.

Biraz da gündelik süreçten bahsedecek olursak, sözünü ettiğin bölümdeki şiirlerin çoğunluğu lisansüstü eğitime başladığım dönem yazıldı. Gerek o dönem yaptığım ve etkisinde kaldığım okumalar ve benim deneysel-avangard şiirle olan ilgimin rotasını oluşturan, çoğunlukla dışarıdan ama yakın takibinde olduğum Zinhar-Heves-Ücra süreci iç içe geçince konvansiyonel ve lirik şiirin mekanizmalarını biraz daha derinden kurcalamamı ve en azından şiir’in ne olamayacağına dair bir öngörü oluşturmamı sağladı. Behzat Ç. ve Uzaylılar’da ayyuka çıkan kendini açımlama gereksinimi bir yandan mesleki bir deformasyonken bir yandan da imgeden kurtulamamış olmanın beceriksizliği olarak okunabilir; tabi buna karşın ben bu etkileşimin diğer deneysel-avangard metinlerle kıyaslandığında kendim için de olsa bir özgünleşmeye yol açtığını düşünüyorum.


Eğer sözcükler iletişimsellik sayesinde içine ruh kıstırılmış kalıplara dönüşmüşse; bu Kartezyen ayrımı ortadan kaldırıp, sözcüklerin kendi bedenlerini bütün yönleriyle deneyimlemeyebilmelerini sağlayabilecek ve bu arzu ve haz duyan bedenleri aracılığıyla kuracakları ilişkileri önceleyebilecek bir güç olarak anlıyorum deneysel-avangard şiiri, diye bitirelim.


bottom of page